Kayıtlar

dogma

birazdan hiçbir şey olmamış gibi çıkıp denize doğru yürüyeceğim, mavinin aynı mavi; göğün aynı gök olduğunu görüp rahatlayacağım muhtemelen. hah, işte dünya hala dönüyor ve Akdeniz önümde sere serpe mavileniyor. hayattayım.  ben çocukken babamın peşinden sürüklendiğimiz o küçük Doğu beldesinde ölü görmek uğursuzluk getirir derlerdi. o kadar ki yakınlarının ölüsünü bile yıkamaya gitmezdi insanlar, bir kazada falan şanssızlık eseri ölmüş birini gören olursa kırk gün cami hocasıyla muskacı arasında mekik dokurdu ki herkes de vebadan kaçar gibi kaçardı o insandan. ölülerin işlerini gören insanlar vardı, onlara uğursuzluk uğramazdı. sırf bu yüzden ne kurban bayramlarında ne de babamın ölümünde yerde yatan bedenden can çıkarken gözlerimi açmadılar. ben de görmedim. babamın o şefkatli bakışları da dehşetli bir ifade ile korkunun ve yalnızlığın gelişini izliyor muydu görmedim. beni yanında aradı mı, gözlerinde pişmanlık var mıydı, ölmekten korktu mu görmedim. öyle ki canını azrail ile karş...
zamansız.

özben

hissedilmemiş hiçbir şey somut bir varlığa da bürünemiyor.  yaşamadan yazılmıyor. öyle bir üzüntü ki bu göğsüme çöken, solgun; hareketsiz, durağan... ne kendini duvardan duvara vurmak, tepinerek ağlamak istiyor; ne de bir sese bürünmek. aksine, kendine kapanıp gittikçe küçülerek yok olmak isteği uyandıran türden bir yalnızlık arzusu ve yabancılaşma duyuyorum. sessiz bir üzüntü bu, paylaşmakla azalmayan; ses buldukça yayılan, kıran, acıtan ve katmerlenen bir acıya yataklık ediyor. zihnime yavaş yavaş yayılarak bedenimi kavramasına izin vermeyen her türlü dışsallığa karşı tahammülsüz ve en ufak bir mutlu  hatıraya bile hırçın bir şekilde saldırarak gölge düşürecek kadar kıskanç. içimde öyle bir ağırlık var ki kendimi ona teslim etmedikçe zihnim huzur bulmuyor, ne yana baksam üzerine soluk gri bulutlar çöküyor. çözülmeye ya da bir şekilde duyumsanmamaya ihtiyaç duyan bir üzüntü değil bu; aksine yaşanıp duyumsanarak insanla bütünleşen; varlığına katılan bir olgunluk adeta. bu...

der der birileri

"ön yargı" ("peşin hüküm", "peşin fikir"  olarak da bilinir), semantik olarak oldukça isabetli ve esasen özünde olumlu bir sözcük. önden gelen yargı. yani öncül, ilk ve çaba sarf etmeksizin gelen anlayış ve bu anlayışın kişisel bir sentezinden elde edilen fikirsel ürün.   daha ne olsun?  bu açıdan, aynı zamanda kaçınılmazdır ön yargı çünkü yeni bir durumla karşılaşan insanın ilk bakışta bazı sezi, farkındalık ve çıkarımları olmaması düşünülemez.  "yargı" bir değerlendirmeden ibarettir. olumlu ya da olumsuz olabilir. ancak, "ön yargı" bağlamında kastedilen yargı, uzun uzadıya analizler ve incelemeler sonucunda varılan bir hükmü ifade etmez; aksine "ön yargı"ya özelliğini veren onun anlık ya da görece kısa süreli düşünsel bir süreç sonunda ulaşılan bir fikir olmasıdır.  dolayısıyla peşinen edindiğimiz fikirler, kaçınılmaz olarak algıladığımız birtakım hususların biz farkında bile olmadan, irade dışı değerlendirilmesidir. bir bak...

laf ebesi

insanların başkalarına değer vermeleri, kişinin kendisinde, sırf kendisi olduğu için var olan değerini samimiyetle kabul etmeleri, o kişiyi kendileri ile kıyaslayarak kendi değerlerine yakın olduğuna inanmalarından değildir. en aşağılık insan bile bir başkasının sahip olduğu erdemleri, samimiyetle övmese bile en azından fark ediyor ve sırf bu yüzden o kişiden çekiniyorsa bu yalnızca, değer gören insanın toplumun kıymet verdiği erdemlere her türlü koşuldan ve dışsallıktan arınmış şekilde sahip olmasından ileri gelir.  demem o ki, bir başkasına değer vererek kendi değerini ortaya koymaz insan. "değer vermek" ifadesi sırf bu yüzden yanıltıcıdır çünkü değer, bir süjenin diğerine 'atfettiği' yahut 'verdiği', 'yakıştırdığı' bir şeyden ziyade, objektif olarak, kimse kabul etmese bile, o kişide var olan kıymetlerin idrak edilmesinin yarattığı saygınlıktır özünde.  

kahpe

özlem öyle iki yüzlü ve kaypak bir duygu ki, insan bir yandan özlem duymakla affa ve sevgiye yaklaşırken diğer yandan ironik bir biçimde özlemin kaynaklandığı uzaklığın ve yoksunluk hissinin farkına varıp özlenenin özlemesine sebep olacak kadar uzakta olmasından neredeyse hoşnutluk duyuyor

corona günlerinde aşk VIII

kendini değersizleştirmeye ve hatta aşağılamaya varan bir alçakgönüllülük ile yoğun bir egoizm ve empati birlikteliği arasında çoğunlukla fark edilmeyen bir perde vardır. esasen bu ikisi bir metal paranın iki yüzü gibi sırt sırta, fakat birbirinin tam olarak karşıt tersidir. bunu anlamak için öncelikli olarak empatinin her zaman koca bir yanılgıdan ibaret olduğunu kabul etmek gerekir. çünkü bir başkasının geçmişini, beyninin en ince kıvrımlarında onu koşullayan güdülerini bilmeksizin kendini onun yerine koyabilmek imkansızdır. bu yüzden aslında bir başkasının yerine kendi zihnimiz, geçmişimiz ve kişiliğimiz ile oturmanın bizi o kişiyi anlamaya yaklaştırdığını söylemek büsbütün palavradır. empati ile kastedilebilecek olan en fazla 'aynı durumda ben olsam ne hissederdim'dir ve bu da yalnızca kişinin kendi hislerine yaklaşmasına imkan verir; ondan her anlamıyla tamamen farklı olan bir başkasınınkine değil. bu kabulün ardından görülebilir ki, hayatın her anını kendi arzu, istek v...

corona günlerinde aşk VII

sordum üçlü koltuğa "annen baban var mıdır", hala susarak bakıyor suratıma

corona günlerinde aşk II

hep ölmek isteyen o burnu havada, memnuniyetsiz, depresif insanı ölüme sınır bir uçurumun ucuna koyun. bir adım ötesi ölüm, bir adım gerisi hayat olsun. o kadar yakınına koyun ki ölümün, soğuk nefesini kulaklarının arkasında hemencecik ensesinde duysun birden. korkusuzca adını ağzına alıp durduğu o ölümün buz gibi çelikten bile daha soğuk ve keskin olduğunu duysun. ölüm denen o ütopyanın(!) gerçek olduğunu anlasın ilk kez. çok yaklaştırın ki ölüme teslim olduktan sonra geri dönüşünün olmayacağını da idrak etsin bu sefer. teker teker aklından geçirsin ölünce mahrum kalacağı en küçük zevklerini bile. hatta gözüne hoş gözükmeyen birçok şeyin nasıl da katlanılabilir, göz ardı edilebilir ve hatta sevilebilir olduğunu düşünsün. öyle yakın olsun ki ölüme, kendinden çok ölümüne üzüleceklerin acısıyla kavrulsun içi. hiç yaşanmayacakların derdine düşsün birden. öyle ki yaşanmamışlıkları parmaklarının arasından kayarak ufuksuz bir çöle karıştığında peşine düşsün çölde her bir kum zerresinin. ölü...