Kayıtlar

2016 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Aralık, 20

canım her yandığında, insanlar beni hırpaladıkça, gözlerimden ılık yaşların senin yüzünden durmaksızın aktığı aktığı aktığı ve yanaklarımdan kayarken tenimi yaktığı zamanlarda bile hep sana döndüm koşarak... herkesten kaçarak kendimle baş başa kaldığım ve içime baktığım zaman orada hep seni gördüm... ben artık bende değilim, senle bir olduğumu hissettiğim o günden beri yokluğunla bile yarım kalan parçamı tamamlamaya çalışıyorum... tanımadığım bedenlere değse de tenim, bazen kalbim hoplasa da bir başkası için ben her zaman yine sana dönüyorum sevgilim... beni terk ettiğin günden beri hayalinden ve anılarından başka kimsem kalmadı, yapayalnızım... şimdi sarsıla sarsıla ağlarken ben sarıl bana sıkıca, öyle sıkı sarıl ki ben de senin içinde bir yer bulayım kendime... öyle sarıl ki yalnızlıklarımdan sıyrılayım, bir daha gitmeyeceğine inanayım... gideceksen bile sarıl, sadece bir saniye için bile olsa inandır beni, umutsuzum sevgilim, umudum ol...

ECCE HOMO!

Ferşi geç, arşı atla, sidreyi aş; Gör, ne var maverada ibrethiz Tevfik Fikret Doğumla ölüm arasına kaç kelimelik cümleler, ne kadar yüksek kahkahalar, ne kadar dost, kaç veda, kaç anı, ne kadar sancı sığdırabilir insan? Hayat değer mi bunca uğraşa? Tek nefese sığmaz mı bir koca ömür? Ayfer Tunç yerinde tespitiyle bu konuya basit bir açıklama getiriyor: “Hayatın bir anlamı yoktur ama yaşamak hayata bir anlam verme uğraşıdır.”  (Ayfer Tunç) Doğum ile ölüm arasına sığdırılan hayat basit bir inattan ve alışkanlıktan başka bir şey değildir aslında. Bu tanımı yapabilmek umuduyla pek çok yazar aynı soruyu sormuştur:  “Dünya bu kadar meraka ve heyecana değer mi?”  (Peyami Safa) İlk nefes, hayata ve dünyaya açılan ilk kapı, sancıların ve ağrıların da insanın iliklerine kadar işlediği ilk andır. İlk adım, kederin dalgaları arasında savrulmaya götürür insanı sonra insan büyür, büyür ve öğrenir neyle başa çıkacağını. Bu büyüklük ağır gelir küçük omuzlara, insan yorulur. Duracak b

Eylül, 1

Resim
Aşkımızın arka planında çalıyor şimdi. Sen,  canımı en çok yakan yaramsın; içimde varlığını her an duyduğum. Kanadıkça bedenimi titreterek yalnızlıklarımdan arındıran ve hiç kapanmayan o yara. Geceleri uykumdan  uyandıran sızımsın, yolda yürürken, müzik dinlerken, kalabalıkta kaybolmuşken beynimde zonklayan bir tümör...  İmkansızım olmasan belki böyle istemezdim seni. Sahi ya aşk her zaman imkansız mıdır?  Her söz elimden düşerek kırılan cam parçaları gibi. Öyle hafif, öyle manasızlar dilimde. Keşke elini kalbimin üstüne koysan ve duysan söyleyemediğim cümleleri. Kelimelerimi yitiriyorum, neredesin?  Yüreğimin zincirlerini kır ve git. Seni senle yaşayamam buna müsaade etmezsin, bilirim. Veda etme, girdiğin o kapıdan çık ve git. Sensizliğin toprağını at üzerime ve git. Öylesine özledim ki... N'olur git... 

Yaşlılık

Bir gün ben de kuşları yemler miyim bilmem..

ŞİİRİMİN ADI:SAKIN GELME

aylar var ki duymadım sesini ne adını ne de haberini senle açılan gözlerim yokluğuna kör arıyorum tenimde nefesini aylar var ki dilimde düğümlenmiş acı bir özlem taşıyor dudaklarımdan söyleyemediğim her sözcük bir taş boğazıma oturan adının geçmediği her cümlede boğuluyorum sensizliğe yabancı şu dilimden sızan aylar var ki saatin rakkasında asılı kalmış bir guguk kuşuyum mahkumum hep aynı saati vurmaya bağırıyorum sen sen sen diye sesim kısık sana duyuramıyorum hiç dokunamadım doğru vakte camım çatlak dakikaları sızdırıyorum aylar var ki yanyana duruyor başucumda Senden kalan ıslak deniz kabukları ve sensizliğin savruk bosluğu kızıl bir umutsuzluk taşıyorum omuzlarımda çağ dışı bir köleyim acılarına boyun eğiyorum sorgusuzca aylar var ki gecenin karanlık ellerine sarılıyorum daha cok seviyorum bizi uzun rüyalarda alıştım uyanmaya yastığımda buruk bir ıslaklıkla bu kaçışın sonu yok her sabah yokluğuna uyanıyorum aylar var ki aşkımız uzun demir parmaklıklar

Sahibine ulaşamayan bir mektup

Bu mektubu sana göndermeye asla cesaret edemeyeceğimi biliyorum ama Sait Faik gibi ben de yazmazsam deli olacağım, hatta belki çoktan oldum. 'Sen' demek bile ağırıma gidiyor, uzun zamandır adını bile ağzıma alamamışım ki senle nasıl konuşabilirim, aklım almıyor. İşte bu yüzden bu mektup asla 'sana' ulaşmayacak sevdiğim, içim acıyor. Sana sitem edecek kadar güçlü değil zihnim, gereksiz yere bir iki kelime dahi yazacak gücüm kalmadı. Canım öyle acıyor ki şu kağıda, şu mürekkebe akmıyor, dile gelmiyor bir türlü; o çok güvendiğim sözcükler şimdi hiçbir şeyin anlamını doldurmuyor. Sen gittiğinden beri hiçbir kelime hayatımdaki yerine oturmuyor sevgilim, hepsi ayaklandı beni terk etmemek için tek nedenleri var o da geri döneceğine dair ufacık bir umut. Onu da yitirmek üzereyim bu günlerde. Kaç ay oldu sensiz? Senin içinde sensiz? Her sabah senle uyanıp senle uyuduğum kaçıncı ay? Kaç baharda sensiz bu şehre cemre düştü? Sensiz akıp giden şu zamanda ne kadar kayıp ver
Resim
Geçen zamanı biten tuvalet kağıtlarından takip ettim

Başlıksız bir kırmızı kız

Geceden habersizce sabaha gözlerimi açtığımda huysuzlanarak yatakta dönüp söylenerek kalkıp tuvalet aynasının karşısında şişmiş ve biçimsizleşmiş suratıma bakarak önceki günlerdeki gibi içimden bir küfür savurup acele acele mutfağa gidip aynı kahvaltılıklarla donatılmış mutfak masasının dünden kalma reçel kapları zeytinler ve yarılanmış peynirin karşısına geçtiğimde belki dışarı bakıp da fark etmeyeceğim ya da belki de hiç bakmayacağım ve hazırlanıp evden çıktığımda göreceğim ki inleyişlerini duyamadığım ağaçlarım fırtınaya yenik düşüp dallarını sarkıtmış olacak ve birkaçı belki sırf ben duyamadım diye kırılıp yerlere yolumun üstüne uzanmış solgun ve buruk bana bakıyor olacak en çok da mücadelenin izleri kanatacak gözlerimi ağaçlarım yapayalnız savrulmuş hırpalanmış ve kırılmış olacaklar ve dalları dökülen yaprakları yere düşen her bir zerreleri gecelerce bu fırtınalı uğursuz akşamın ağıtlarını yakacak... Sabaha birkaç ağaç devrilmiş olacak. Sabaha çığlıklar yutulmuş olacak. Sabah