Kayıtlar

Eylül, 2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

mı mi mu mü

 hep söylenir: hayatta bir başkasını mutlu etmekten büyük mutluluk yoktur. peki bunun sınırını nerede çekiyoruz?  kendinden vazgeçerek hayatını bir başkasını mutlu etmeye adadığın durumla başkalarını mutlu etmeye çalışırken (en azından üzmemeye) kendini önceliklendirdiğin durum arasında bir denge kurulabilir mi? kurulabilirse, nasıl?  başkalarını mutlu etmek ufak hediyeler, nazik birkaç söz ve ilgi göstermekten fazlasını mı ifade eder ya da kimi zaman etmeli mi? birini mutlu etmenin kendi ebedi mutluluğumuzun yegane geçidi olup olmadığını çok geç olmadan anlamanın bir yolu var mıdır, yoksa hayatta her zaman ne olursa olsun kendimizden vazgeçmemek hayat macerasının her anında mutluluk duyabilmenin anahtarı mıdır?  aklında bu kadar çok soru olan bir insan kendiyle bir an için olsun mutlu olabilir mi? yoksa kafasının içindeki soru işaretlerini susturacak uğraşlarla hayatını çarçur etmeye mahkum mudur? 

küçüme

 zoon logikon kai politikon buyurmuş Aristo. sebebi de şu:  biyolojik ve evrimsel kanıtlar gösteriyor ki insan bir çeşit hayvandır. hayvan üst kategori - insan ise bir alt kategorisi. bu demek değil ki insan diğer hayvanlar gibi bir hayvandır. hayır, insan hayvanların en üstün mertebesidir. çünkü insanlık tarihinin en eski dönemlerinde insan da birçok hayvan gibi kıskançlık duygusundan mahrum şekilde eşini toplulukla paylaşıyordu; insanda da ar, utanç yoktu; insan da hayatta kalabilmek için besin döngüsüne uygun şekilde avlayabildiği hayvanlardan ve toplayabildiği bitkilerden yararlanıyordu. gibi gibi gibi. o zamanlar toplumsal ahlak, adalet vesaire lakırdıları da yoktu henüz ortada çünkü temel ihtiyaçları karşılamak öncelikliydi. fakat sonra, insanın hayvandan daha gelişmiş bir organizma yapısı vardı ki insan temel ihtiyaçlarını karşılamanın üstesinden geldiğinde lüks ihtiyaçlar edinmeye başladı. böylelikle ortalıkta mülkiyet gibi kavramlar, adalet, eşitlik gibi felsefi dertler, devl

iki

yaz bitti. akşamları pencereyi örterek uyuyacağım kadar soğuk rüzgarları esiyor bozkırın. kendinden önce rüzgarları esen kışın ağır ve soluk gri biçimine bürünüyor hayatlarımız yavaş yavaş, sorumluluklar artıyor; doğanın kokuları toprak altına çekiliyor, giydiğimiz kıyafetler bile ağırlaşıyor.. En çok da yaza dair her şeyle aramıza bir koca yıl giriyor.  Şimdi yeniden baharın ve yazın geri sayımının başladığı heyecanlı kalplerde geçmiş zamana yayılan kayıpların boşluğu duruyor iğreti. Her mevsime bir ölü sığdırabilirmiş hayat. Doğadaki bu canlılığın yağmur, çamur ve karlar altında kalarak ölümünü izlerken, kendisinin de içten içe öldüğüne tanıklık eden biri için sevdiklerinin ardı ardına dünyayı terk edişlerini kabullenmek belki de en kolayı. Hayatın gittikçe yaşanmaz hale geldiği bir dünya düzeninde ölüm hakkındaki algımızın da zıt yönde bir kurtuluş ifadesine evrilmesi mümkün sanırım. Belki ileride ölenlerin kurtuluşunu kutlayabiliriz bile. 

"iyiyse cennete gitsin"

hayatta bazı dönemler vardır; birbirine bir noktadan teyit geçen birçok fikrin, insanın ve olayın bir ağ gibi etrafımızda yavaş yavaş örüldüğü dönemler. böyle zamanlarda kimi zaman karşımıza çıkan imkanlara, insanlara; ansızın bir konuşmada kulağımıza takılan bir kelimeye, uzun zamandır görülmeyen bir dosta denk geldiğimizde onun hatırında yüz yüze geldiğimiz kendimize; bir filmin baş rolüne, şaşırtıcı tesadüflere, açılan kapılara, yepyeni bir hayat hikayesinde yakaladığımız bizi harekete geçirebilecek bir detaya "kaderin cilvesi" der geçeriz. oysa, birbirine geçmiş bu yapboz parçalarının kaderin bir cilvesi olmaktan da öte anlatmaya çalıştığı bir şey yok mudur bize?  yoksa böyle zamanlarda kendimizde bulmaya çalıştığımız motivasyonu günlük olayları aşırı-yorumlayarak çıkarmaya çalışmamıza "algıda seçicilik" diyerek geçmek mi lazım?  ama asıl, tüm bunlar ya bize değil de bu dönemlerde karşımıza çıkan insanlara birer işaretse? ya asıl ilham kaynağı bizsek ve bu dönem

takas

demek ki büyümek fedakarlıktı. hayır, fedakarlık büyümekti. bu büyümek de tatsız bir vazgeçişin doğruluğunu sorgulamaya devam ederken elindekiyle mutlu olmaya çalışmanın boynu bükük görmüş geçirmişliğinden başka bir şey değildi. hatta görmüş geçirmiş bile denemezdi çünkü görüp geçirmekten imtina etmiş, korkmuş, vazgeçmişti.  sahi, insan neden feda ederdi? karşılıksız bir vazgeçiş var mıydı? bence hiç olmadı. ben vazgeçtim çünkü korktum. bana bel bağlamış insanları yarı yolda bırakmaktan; yuhalanmaktan; yargılanmaktan; başaramamaktan; umduğumu bulamamaktan; safe zone 'umdan çıktığım anda gerçek dünyaya çarpmaktan; yıpranmaktan korktum. daha bir sürü şeyden belki. bu yüzden bunların tam karşısında, beni güvenli ağlarına zincirlemiş insanlara, hayat düzenime, yıkmaya korktuğum alışkanlıklarıma dört elle sarıldım. öyle ki, belki de beni gerçekten mutlu etmeyen birçok şey ile mutlu olduğuma bile inandım. o yüzden şimdi mutlu muyum onu bile bilemiyorum... kendimi öyle kurnazca kandırdım