Kayıtlar

2015 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Tık...tık...tık...tık...tık...

Bekliyordu... Durdu. İçinden bir ses duydu. Dinledi. Geleceğini söyledi. Gitti. Geri döndü, yürüdü. Saat geriye sardı. Kelimeler ağzına doldu. Verdiği nefesi yuttu. Kış  geldi. Yapraklar yere çaldı.  Okudu.  Yürüdü . Yazdı. Yürüdü. Hatırladı... Ve unuttu. Arkasına baktı. Göremedi. Gördü. Bilemedi. Hiçkimseyi sevemedi. Soğuk etini kesti. Eli eline değdi, ağladı. Misket kadar gözyaşı döktü. Bir çiçeğin dibine düştü. Çiçek soldu. Mürekkebi kurudu ucunda çiçek açtı. Baktı sağına, döndü soluna. Bahar geldi, geçti. Masmavi denize boğuldu. Dalgara vuruldu. Kaşı beyaz teni kara oldu. Yukari baktı, gördü. Bir martı buruk gülümsedi. Elinden tuttu. Göğe çıktı gezdi. Martının kanatlarına sarıldı, uçtu. Bir mağaradan çıktı. Güneşi batırdı. Denize vurdu, ağladı. Merdiven indi, merdiven çıktı. Suya baktı, anladı. Aya çıktı parladı. Uludu. Avazı kesildi. Bir melodi duydu salındı. Dans ederek suya daldı. Bir gece vakti ıslandı. Sırılsıklam kuma yattı. Dudağı dudağına dokundu. Ay kıskandı battı.

Temmuz, 25

Öğle vakti. Güneş dokunduğu yeri sarı parıltılarla yakıyordu. Gökte tek bir bulut, bir tek çizik yoktu. Yumuşak bir mavi alabildiğine uzanmış ufuk çizgisinden denize akıyordu. O çizgide birbirine karışan bu iki mavi dünyada anlaşılmaz bir başkalık vardı. Yalnızlığın ve ıssızlığın ürkütücü gerçekliği lacivert denizin kabaran dalgalarında can buluyordu ve güneş bu manzarayı kutsarmışçasına titreyen parıltılarla denizin üzerinde dalgalanıyordu. Çok ilerilerde çam ağaçları kollarını uzatmıştı göğe. Yeşilliklerin maviye karışmasında alışılmış bir aitlik vardı. Biraz daha yakında yeşilin her tonundan şeftali ve limon ağaçları karışmıştı birbirine; kırmızı açelyalar, mor konsoloslar, turunculu pembeli bin bir renkten bin bir çeşit çiçek serpiştirilmişti aralarına. Kuş cıvıltılarının ve bu sessiz doğanın uyumlu mırıltısı geliyordu kulağa Uzaktan harmonik bir bahçe fıskiyesi eşlik ediyordu manzaraya. Seyrelerek etrafa dağılan su damlaları ağaçların üzerinde narin pırıltılar oluşturuyor, ha

bir eksik hikayeden

Susuyordu. Gözlerinden, kalbini avuçları arasında sıkan ellerin verdiği dayanılmaz acının parıltısı geçti. Kaşları muhtaç kıvrılışlarla gözlerinin kederine perde geriyordu sanki. Uzaklara bakan bu gözlerde insanın yüreğini sızlatan ve tüm bedenini utançla titretecek asil bir acı vardı. Gururlu bir kadının kendini teslim etmeyen ve kendine acıyarak bakılmasına dayanamayan iradesinin sessiz sessiz içine hıçkırarak narin vücudunu sarsışları ve bilhassa yüzündeki her çizginin  bu acıyla belirginleşerek titreyişine o pembe dudakların tek bir kıpırtıya izin vermeden sessiz kalışında yürek burkan bir masumiyet vardı. İçinden tüm gücüyle haykırarak ağlamak ve kendini birinin kollarına bırakmak gelirken o haşin gururu onu kendi içine hapsetmiş; ne yanmasına göz yumuyordu ne de sönmesine. Boğazında takılıp kalıyordu kelimeleri, o kelimeler ki yükselerek kayaları döven dalgalar gibi boğuyor, boğuyordu onu. Zaman geçti. Karanlık çöktü yeryüzüne. O körpecik gözlere vuran yıldızlar yine elemle p

bir garibanın iniltileri

İki kişilik koltuğu paylaşıyorduk. Saçma sapan bir koltuk için bile olsa onunla bir bütünü oluşturmak delicesine mutlu ediyordu beni. Uzaktan güneşin ışıkları saçlarının sarısına, her baktığımda aklıma sütün yumuşaklığını getiren açık; kemikli ve geniş omuzlarına vuruyordu. Omuzlarına bakmak onun ne kadar sert ve kararlı olduğunu anlamaya yeterdi. Susup etrafı izlerken bile bir şeyler anlatmaya çalıştığını anlardın omuzlarından. Boynunun altından narin bir kıvrımla uzanan bu geniş ve kemikli omuzlarda hayata karşı korkusuz bir duruş vardı. Gerdanının berrak ve pürüzsüz parıltısında anaç bir cömertlik ve erkeğine kendini feda edecek bir kadının cesaretli teslimiyetçiliği parlardı adeta ve omuzlarının zarifçe yuvarlanışına güneş vururken, içimden o süt tene dudaklarımı dayayıp kadının varlığını donatan aşkı içmek gelirdi. Tüm acıları köprücük kemiğini sarmıştı adeta. Çektiği dayanılmaz acıları kemiklerinin çekingen ve biçimli uzanışından okumak mümkündü. Herhangi bir kadın değil ama o

ölü canlar

İnsanoğlu  yine de sımsıkı sarılıyor işte yaşamaya! Ölümün ellerinden tutmaya hazır da olsa, hayattan tüm ümitlerini kesmiş; yaşamaya ara verip ölümü beklemeye başlamış ya da çocuksu hayallerinin hepsinden vazgeçmiş; tatsız tuzsuz perhizine isteksizce uyan yaşlanmış babanın güçsüzlüğü ve kayıtsızlığıyla önüne konulanı istendiği biçimde yaşıyor da olsa tüm organlarının tüm elleriyle sıkı sıkı tutunuyor hayata. Üç saniyede alıp vereceği bir tek nefes için koca bir bedeni bir fabrika düzenliliği ve uyumuyla tıkır tıkır işletiyor, çarklar birbirini döndürüyor, kalp kasılıp gevşiyor, dalak nefesini tutuyor, böbrek titreyen bacaklarına bakıyor, tüm organlar dikkat kesilip derin bir sessizliğe gömülerek bekliyorlar: sadece tek bir nefes için. Arzuları, umutları, geçmişi, hisleri, hissedemedikleri, bildiği ve bilemedikleri, aradığı, olduğu ve olamadığıyla bir insan işte çenesinin sol altında yumuşak ve ılık boynunun altındaki o damarda var oluyor. Ölümü de arzulasa müthiş bir çabayla o b

surrealistic buddhism

Resim
“Bu kadar nefretle nasıl yaşar insan?” diye sordu samimi bir hayretle. O hiç böylesine nefret etmemişti yaşadığı yerden, insanlardan, bu kalabalıktan, bu kendini bilmezlikten, bu robotumsu çabadan, bu yaşama inadından; o hiç fark etmemişti yaşamaya değer bir hayatın aslında var olamayacağını, insanların çıkar için sevmek lafını ağızlarından düşürmediklerini, o hiç kahrolmamıştı ki nefret etsin… Nasıl yaşıyorum bu kadar nefretle? Bu nefretle şişirip geoid ettiğim dünyaya beni bağlayan ne var ki? Neden iğrendiğim zavallılar gibi inat ediyorum yaşamak için? Korkuyorum tabi. Ölümden sonra ne olacağını bilmediğimden değil, bilmesem de inandığım bir şey var elbet. Yaşamak istediklerimi yaşayamadan ölmekten korkuyorum. Yavaş yavaş vazgeçmeye başladım hayallerimden de. Çoğu çalınmıştı zaten (o da hala içimi sızlatan bir anıdır, dile getirdikçe kalbime saplanan bıçak bir sağa bir sola çevrilir sanki) kalanından da ben vazgeçeceğim. Nasılsa bu kadar nefretle, bu kadar kahırla, bu baş ağrı

metal tıngırtısı

İnsan dünyaya salındı. Gözlerini açtı ve etrafını izledi. Önce boşluk vardı zihninde. Maddesel bir boşluk. Somut bir sessizlik. Sonra düşünmeye başladı. Düşündü ama neyle? Kelimelerle mi? Hangi kelimelerle? Hangi dille? Bilinmez fakat düşündü. Gördüğü her şey birer imgeydi onun için. İsimleri olmayan ve isimleri olmadığı için nesneyi karşılarken insana sadece ‘öyle olduğu’ hissini veren birer imgeydiler. İnsan diğer insanla karşılaştı. O da düşünüyordu. Anlaştılar. Büyüdüler ve geliştiler. Bir araya geldiler, bir arada düşünmeyi öğrendiler. Doğayı kontrol altına aldılar. İnsanları da kontrol altına alabildiklerini gördüler. İnsanlık tarihi düşünceyle başladı ve düşünceyle var oldu. Bugün de ancak düşünceyle var kalabilir. Yirmi birinci yüzyılın en acı gerçeklerinden biridir ki insan artık düşünmüyor. Düşüncelerini karşılayacak kadar kelime bilgisi bile yok çoğu insanın. İnsanlık acınası halde… Geliştiğini söylemek çirkin bir yalan olur. Tarih öncesi çağlardan beri insanları sa

Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Karpuz çekirdeklerini çiğnemeyin. İnsanlığa sesleneceğim ama sesim kısık, göz gezdirin yeter. Zaman, insan uydurması bir saçmalık. Saatler, takvimler ve acımasız tik-tak'lar olmasa "zaman geçiyor" diyebilir miydik? 1) Zaman da neyin nesi? 2) Geçtiği ne malum? Yaşlanıyoruz, evet, etrafımıza bakalım, bizden ve hayvanlardan-ki bizler de biyolojik birkaç terimle hayvan kategorisinde sayılıyoruz- başka yaşlanan bir şey var mı? Tik-tak. Bu demek oluyor ki sonbaharda yaprağını döktükten sonra ilkbaharda sanki daha önce hiç ilkbahar yaşamamış gibi tazecik açıveren çiçekler, yeşillenen ağaçlar için geçen bir zamandan söz edemeyiz. Suratımızdaki kırışıklıklar zamanın ölçüsü değildir. İnsanın aklına nereden esmiş de ömrünü böylesi korkunç ve acı bir kavramın sivri köşeleriyle sınırlandırmış? Tanpınar'ı çıldırttığı kadar var... Tik-tak.  "Ne içindeyim zamanın,  Ne de büsbütün dışında" Yazmaya başladığımdan beri bu cümlenin noktasını koyana kadar on yedi dakika o

there is not a single word in the whole world that could describe the hurt

TIKLAMAYINIZ .... -"Bu şehri sadece akşamları seviyorum." -"Karanlık olduğu için mi?"  -"Hayır." -"Çünkü ışıkları seviyorsun?"  S. anlaşılmış olmanın mutluluğuyla parlayan gözlerini kaldırıp yanında onu yatağa atmak için felsefik zırvalıklarını iki saat boyunca dinlemiş olup şimdi de onu anlamaya çalışırmış gibi yapan delikanlının kafasında aslında neler döndüğünü bilmeden en samimi gülümsemelerinden birini takınıp gözlerine baktı. Anladığını sanırdı. "İnsan sarrafı" olduğunu söyler, gözlerden ve ellerden altmış yıllık biyografileri yazabileceğini iddia ederdi. Halbuki delikanlının gözleri boş ve ete hasret bakıyordu. S.'yi anladığından değil en erken kaç ay sonra onu evine davet edebileceğini hesapladığından dolayı vardı delikanlının gözlerindeki pırıltı. Üç yıl geçmişti o günün üzerinden. Yorganın soğuk kalmış kısmı tenini yavaş ve serince okşuyordu. Küçükken tavana baktığında tırtıklarından değişik şekiller çı