Kayıtlar

2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

yol

ben çok acılar çektim senden. şarkılarından aramıza giren aylara bir yol düzdüm . hala çalarım, her cuma. şimdi sana sonsuz kırgınım. senin eserin bu parça. tüm yollarımı sen seçtin. zıttına esir olup beni feda ettim. gurur ve nefret boğazımda, beni sen değil ben mahvettim. 

tariz

herkes ne kadar da çok şey biliyor ve yine de muhtaç başkasına dert yanmaya  aynı dertlere farklı maskeler kozmik ritimli mükerrir retrolar  beyninin içi çingene ahtapotu  çilekeş mi yoksa burjuva? akıl almaya giden çok  değil mesele akıl, yakınma  bir muzdariplik yarışında kimde dert onda acınma gipotimiden muzdarip, başkalarının merhametinde eritir "-amadıklarını"   öyle de arsız sanar ki  kurtulduğunu acınmakla! akıl almaya giden çok ama verilen aklı olur mu ki bir ala  amalar ve keşkelerden geçmeden olduğunu yok kabullenen sorsan talepler de dilekler de gırla oysa yok kimsede ne hurç ne para  dilerim ben de iktisat ilminden nasip  doymaz hayalgücüne ve uçkuruna  kıt kaynaklara sığdıramadığın  çatlamış o ar damarına.

motiv

bugün böyle insanın ruhuna müzik kadar dokunabilen bir şey var mı, bilmem. oldukça keyif veren dizeler okuyup düşüncelere dalabilir insan, bir manzara karşısında dakikalarca mest olabilir, hoş bir tablonun renklerinde kaybolabilir, tarihi bir yapıyı gezerken geçmişten geleceğe seyahat edebilir veya sanatın herhangi bir alanında bir ürün meydana getirirerek ya da sadece başkasının eserinden zevk alarak ruhunu doyurabilir insan.  ama kulağına kulaklıklarını geçirip dünyanın hengamesinden sıyrıldığı anda tek bir melodi, bir tını, bir tek sözcüğün sese bürünüşünde hissettirdiği duygu, insanı yavaş yavaş yükselerek yerçekiminden kendini kurtardığı o yerde, devinimsel bir huzur buhranına kapılıp kendini ve dünyayı en uzak noktadan kaygısızca seyrettiği esnada yollarına envai çeşit his döşenerek geçmişten geleceğe uzanan gizemli bir yolculuğa çıkarır. öyle ki birden fark eder insan: müzik sonsuz bir keyif ve ne geçmiş canını yakıyor ne de gelecek korkutuyor onu. çünkü o yolculuğa çıktığı yerd

mesafe

birinin ne kadar yaklaşmasına izin verirsen, salladığı her yumruktan o kadar ağır darbe alırsın.

kazık

yazmam lazım bunu. kimseye anlatmaya çalışarak uçmasına izin veremem.  Klişeler zorunlu olarak klişedir çünkü genelgeçerdirler. Bu yüzden klişe dendiğinde çok da yanlış olmayan, kuvvetle muhtemel, bu yüzden de bayağı ve alışılmış senaryolar kastedilir esasen. Klişenin ifade ettiği anlamsa kişiden kişiye değişebilir; kimine bu bayağılık olumsuzluğu çağrıştırırken kimi risksiz bir seçenek olan klişelerden hoşlanarak bahsedebilir. Ama bu ikinci tür insanlar çoğunlukla içine sürüklendikleri hatayı fark etmezler: klişeler genelgeçer olsalar da asla tam anlamıyla maddi gerçeği koşullamazlar. Yani demek istiyorum ki, kendini "klişe" dediğimiz bir durum içerisinde gören kişi bu durumu alışılagelmiş klişe sonlardan biri ile sonlandırmak zorunda değil; hatta bu "klişe" durum esasen hiç de "klişe" olmayan yalnızca kısa süreli aldatıcı bir dış görünüş de olabilir.  Mesela, her zaman "bir şehri güzel yapan içindeki insanlardır" deriz hayatın bir noktasında. H

kolay

 ölüm ne kolay geride kalanlar olmasa.. 

hatırlayış

ölse ya diyorum, keşke ölse..  iki gün oldu. bende yine kayışlar inceldiği bir yerinden koptu. çarpanlı artan birikintilerim dört bir yana dağıldı, tabi ben de.. ne istediğimi hiç bilmediğim huzursuz mu huzursuz bir sabaha uyandım. saat zaten öğlene geliyordu. önce günün yarılanmasına tasalandım. dışarı çıkmak için hazırlanırken zihnimin çok gerilerinde beni rahatsız eden bir düşünceyi duydum. kararsızlığımın sebebi buydu, ne istediğimi bir türlü anlamayışımın yegane sebebiydi. kendime öyle kızdım ki, aynanın karşısında saatlerdir azarladığım yetmiyormuş gibi bu kez de içimden sürekli aşağılayarak kendimi o fikirden kurtarmaya çalıştım. nereye gitmek istediğime karar vermeden sokağa attım kendimi. dalgındım, sinirliydim, bilinçaltımdan fışkıran rahatsız edici fikirlerimi susturamıyordum. birden direksiyonu aklımda hiç olmayan bir yere kırdım. geldiğim yere neden geldiğimi biliyordum; bir çeşit aidiyet, yoğun bir özlemle belli belirsiz bir umut ve asıl o umuttan kaçışın eşlik ettiği bir

mı mi mu mü

 hep söylenir: hayatta bir başkasını mutlu etmekten büyük mutluluk yoktur. peki bunun sınırını nerede çekiyoruz?  kendinden vazgeçerek hayatını bir başkasını mutlu etmeye adadığın durumla başkalarını mutlu etmeye çalışırken (en azından üzmemeye) kendini önceliklendirdiğin durum arasında bir denge kurulabilir mi? kurulabilirse, nasıl?  başkalarını mutlu etmek ufak hediyeler, nazik birkaç söz ve ilgi göstermekten fazlasını mı ifade eder ya da kimi zaman etmeli mi? birini mutlu etmenin kendi ebedi mutluluğumuzun yegane geçidi olup olmadığını çok geç olmadan anlamanın bir yolu var mıdır, yoksa hayatta her zaman ne olursa olsun kendimizden vazgeçmemek hayat macerasının her anında mutluluk duyabilmenin anahtarı mıdır?  aklında bu kadar çok soru olan bir insan kendiyle bir an için olsun mutlu olabilir mi? yoksa kafasının içindeki soru işaretlerini susturacak uğraşlarla hayatını çarçur etmeye mahkum mudur? 

küçüme

 zoon logikon kai politikon buyurmuş Aristo. sebebi de şu:  biyolojik ve evrimsel kanıtlar gösteriyor ki insan bir çeşit hayvandır. hayvan üst kategori - insan ise bir alt kategorisi. bu demek değil ki insan diğer hayvanlar gibi bir hayvandır. hayır, insan hayvanların en üstün mertebesidir. çünkü insanlık tarihinin en eski dönemlerinde insan da birçok hayvan gibi kıskançlık duygusundan mahrum şekilde eşini toplulukla paylaşıyordu; insanda da ar, utanç yoktu; insan da hayatta kalabilmek için besin döngüsüne uygun şekilde avlayabildiği hayvanlardan ve toplayabildiği bitkilerden yararlanıyordu. gibi gibi gibi. o zamanlar toplumsal ahlak, adalet vesaire lakırdıları da yoktu henüz ortada çünkü temel ihtiyaçları karşılamak öncelikliydi. fakat sonra, insanın hayvandan daha gelişmiş bir organizma yapısı vardı ki insan temel ihtiyaçlarını karşılamanın üstesinden geldiğinde lüks ihtiyaçlar edinmeye başladı. böylelikle ortalıkta mülkiyet gibi kavramlar, adalet, eşitlik gibi felsefi dertler, devl

iki

yaz bitti. akşamları pencereyi örterek uyuyacağım kadar soğuk rüzgarları esiyor bozkırın. kendinden önce rüzgarları esen kışın ağır ve soluk gri biçimine bürünüyor hayatlarımız yavaş yavaş, sorumluluklar artıyor; doğanın kokuları toprak altına çekiliyor, giydiğimiz kıyafetler bile ağırlaşıyor.. En çok da yaza dair her şeyle aramıza bir koca yıl giriyor.  Şimdi yeniden baharın ve yazın geri sayımının başladığı heyecanlı kalplerde geçmiş zamana yayılan kayıpların boşluğu duruyor iğreti. Her mevsime bir ölü sığdırabilirmiş hayat. Doğadaki bu canlılığın yağmur, çamur ve karlar altında kalarak ölümünü izlerken, kendisinin de içten içe öldüğüne tanıklık eden biri için sevdiklerinin ardı ardına dünyayı terk edişlerini kabullenmek belki de en kolayı. Hayatın gittikçe yaşanmaz hale geldiği bir dünya düzeninde ölüm hakkındaki algımızın da zıt yönde bir kurtuluş ifadesine evrilmesi mümkün sanırım. Belki ileride ölenlerin kurtuluşunu kutlayabiliriz bile. 

"iyiyse cennete gitsin"

hayatta bazı dönemler vardır; birbirine bir noktadan teyit geçen birçok fikrin, insanın ve olayın bir ağ gibi etrafımızda yavaş yavaş örüldüğü dönemler. böyle zamanlarda kimi zaman karşımıza çıkan imkanlara, insanlara; ansızın bir konuşmada kulağımıza takılan bir kelimeye, uzun zamandır görülmeyen bir dosta denk geldiğimizde onun hatırında yüz yüze geldiğimiz kendimize; bir filmin baş rolüne, şaşırtıcı tesadüflere, açılan kapılara, yepyeni bir hayat hikayesinde yakaladığımız bizi harekete geçirebilecek bir detaya "kaderin cilvesi" der geçeriz. oysa, birbirine geçmiş bu yapboz parçalarının kaderin bir cilvesi olmaktan da öte anlatmaya çalıştığı bir şey yok mudur bize?  yoksa böyle zamanlarda kendimizde bulmaya çalıştığımız motivasyonu günlük olayları aşırı-yorumlayarak çıkarmaya çalışmamıza "algıda seçicilik" diyerek geçmek mi lazım?  ama asıl, tüm bunlar ya bize değil de bu dönemlerde karşımıza çıkan insanlara birer işaretse? ya asıl ilham kaynağı bizsek ve bu dönem

takas

demek ki büyümek fedakarlıktı. hayır, fedakarlık büyümekti. bu büyümek de tatsız bir vazgeçişin doğruluğunu sorgulamaya devam ederken elindekiyle mutlu olmaya çalışmanın boynu bükük görmüş geçirmişliğinden başka bir şey değildi. hatta görmüş geçirmiş bile denemezdi çünkü görüp geçirmekten imtina etmiş, korkmuş, vazgeçmişti.  sahi, insan neden feda ederdi? karşılıksız bir vazgeçiş var mıydı? bence hiç olmadı. ben vazgeçtim çünkü korktum. bana bel bağlamış insanları yarı yolda bırakmaktan; yuhalanmaktan; yargılanmaktan; başaramamaktan; umduğumu bulamamaktan; safe zone 'umdan çıktığım anda gerçek dünyaya çarpmaktan; yıpranmaktan korktum. daha bir sürü şeyden belki. bu yüzden bunların tam karşısında, beni güvenli ağlarına zincirlemiş insanlara, hayat düzenime, yıkmaya korktuğum alışkanlıklarıma dört elle sarıldım. öyle ki, belki de beni gerçekten mutlu etmeyen birçok şey ile mutlu olduğuma bile inandım. o yüzden şimdi mutlu muyum onu bile bilemiyorum... kendimi öyle kurnazca kandırdım

stab

i have asked the question of "why to write?" many times before. at the end, i have always found myself came across with the same answer: to be.  this is of course pretty much personal but it also whispers the one and the only truth hidden under the job of living for all humans. we live to be. talk to be. express ourselves to be. socialize to be. to be accepted. to be approved. to be supported. to not feel lonely. communicate to bear out our own existence. to run away from suspicion. suspicion of having a long unhappy life just by ourselves. because many of us are not strong enough to stand losing the very last hope in living, ending the lives of our own, and peacefully facing with the cold touch of that knife - the death.  everyone fears death. deep inside.  that's all and enough, as simple as that.  i am tired of writing. 

dogma

birazdan hiçbir şey olmamış gibi çıkıp denize doğru yürüyeceğim, mavinin aynı mavi; göğün aynı gök olduğunu görüp rahatlayacağım muhtemelen. hah, işte dünya hala dönüyor ve Akdeniz önümde sere serpe mavileniyor. hayattayım.  ben çocukken babamın peşinden sürüklendiğimiz o küçük Doğu beldesinde ölü görmek uğursuzluk getirir derlerdi. o kadar ki yakınlarının ölüsünü bile yıkamaya gitmezdi insanlar, bir kazada falan şanssızlık eseri ölmüş birini gören olursa kırk gün cami hocasıyla muskacı arasında mekik dokurdu ki herkes de vebadan kaçar gibi kaçardı o insandan. ölülerin işlerini gören insanlar vardı, onlara uğursuzluk uğramazdı. sırf bu yüzden ne kurban bayramlarında ne de babamın ölümünde yerde yatan bedenden can çıkarken gözlerimi açmadılar. ben de görmedim. babamın o şefkatli bakışları da dehşetli bir ifade ile korkunun ve yalnızlığın gelişini izliyor muydu görmedim. beni yanında aradı mı, gözlerinde pişmanlık var mıydı, ölmekten korktu mu görmedim. öyle ki canını azrail ile karşılık
zamansız.

özben

hissedilmemiş hiçbir şey somut bir varlığa da bürünemiyor.  yaşamadan yazılmıyor. öyle bir üzüntü ki bu göğsüme çöken, solgun; hareketsiz, durağan... ne kendini duvardan duvara vurmak, tepinerek ağlamak istiyor; ne de bir sese bürünmek. aksine, kendine kapanıp gittikçe küçülerek yok olmak isteği uyandıran türden bir yalnızlık arzusu ve yabancılaşma duyuyorum. sessiz bir üzüntü bu, paylaşmakla azalmayan; ses buldukça yayılan, kıran, acıtan ve katmerlenen bir acıya yataklık ediyor. zihnime yavaş yavaş yayılarak bedenimi kavramasına izin vermeyen her türlü dışsallığa karşı tahammülsüz ve en ufak bir mutlu  hatıraya bile hırçın bir şekilde saldırarak gölge düşürecek kadar kıskanç. içimde öyle bir ağırlık var ki kendimi ona teslim etmedikçe zihnim huzur bulmuyor, ne yana baksam üzerine soluk gri bulutlar çöküyor. çözülmeye ya da bir şekilde duyumsanmamaya ihtiyaç duyan bir üzüntü değil bu; aksine yaşanıp duyumsanarak insanla bütünleşen; varlığına katılan bir olgunluk adeta. bu üzüntüyü okşu

der der birileri

"ön yargı" ("peşin hüküm", "peşin fikir"  olarak da bilinir), semantik olarak oldukça isabetli ve esasen özünde olumlu bir sözcük. önden gelen yargı. yani öncül, ilk ve çaba sarf etmeksizin gelen anlayış ve bu anlayışın kişisel bir sentezinden elde edilen fikirsel ürün.   daha ne olsun?  bu açıdan, aynı zamanda kaçınılmazdır ön yargı çünkü yeni bir durumla karşılaşan insanın ilk bakışta bazı sezi, farkındalık ve çıkarımları olmaması düşünülemez.  "yargı" bir değerlendirmeden ibarettir. olumlu ya da olumsuz olabilir. ancak, "ön yargı" bağlamında kastedilen yargı, uzun uzadıya analizler ve incelemeler sonucunda varılan bir hükmü ifade etmez; aksine "ön yargı"ya özelliğini veren onun anlık ya da görece kısa süreli düşünsel bir süreç sonunda ulaşılan bir fikir olmasıdır.  dolayısıyla peşinen edindiğimiz fikirler, kaçınılmaz olarak algıladığımız birtakım hususların biz farkında bile olmadan, irade dışı değerlendirilmesidir. bir bak

laf ebesi

insanların başkalarına değer vermeleri, kişinin kendisinde, sırf kendisi olduğu için var olan değerini samimiyetle kabul etmeleri, o kişiyi kendileri ile kıyaslayarak kendi değerlerine yakın olduğuna inanmalarından değildir. en aşağılık insan bile bir başkasının sahip olduğu erdemleri, samimiyetle övmese bile en azından fark ediyor ve sırf bu yüzden o kişiden çekiniyorsa bu yalnızca, değer gören insanın toplumun kıymet verdiği erdemlere her türlü koşuldan ve dışsallıktan arınmış şekilde sahip olmasından ileri gelir.  demem o ki, bir başkasına değer vererek kendi değerini ortaya koymaz insan. "değer vermek" ifadesi sırf bu yüzden yanıltıcıdır çünkü değer, bir süjenin diğerine 'atfettiği' yahut 'verdiği', 'yakıştırdığı' bir şeyden ziyade, objektif olarak, kimse kabul etmese bile, o kişide var olan kıymetlerin idrak edilmesinin yarattığı saygınlıktır özünde.  

kahpe

özlem öyle iki yüzlü ve kaypak bir duygu ki, insan bir yandan özlem duymakla affa ve sevgiye yaklaşırken diğer yandan ironik bir biçimde özlemin kaynaklandığı uzaklığın ve yoksunluk hissinin farkına varıp özlenenin özlemesine sebep olacak kadar uzakta olmasından neredeyse hoşnutluk duyuyor

corona günlerinde aşk VIII

kendini değersizleştirmeye ve hatta aşağılamaya varan bir alçakgönüllülük ile yoğun bir egoizm ve empati birlikteliği arasında çoğunlukla fark edilmeyen bir perde vardır. esasen bu ikisi bir metal paranın iki yüzü gibi sırt sırta, fakat birbirinin tam olarak karşıt tersidir. bunu anlamak için öncelikli olarak empatinin her zaman koca bir yanılgıdan ibaret olduğunu kabul etmek gerekir. çünkü bir başkasının geçmişini, beyninin en ince kıvrımlarında onu koşullayan güdülerini bilmeksizin kendini onun yerine koyabilmek imkansızdır. bu yüzden aslında bir başkasının yerine kendi zihnimiz, geçmişimiz ve kişiliğimiz ile oturmanın bizi o kişiyi anlamaya yaklaştırdığını söylemek büsbütün palavradır. empati ile kastedilebilecek olan en fazla 'aynı durumda ben olsam ne hissederdim'dir ve bu da yalnızca kişinin kendi hislerine yaklaşmasına imkan verir; ondan her anlamıyla tamamen farklı olan bir başkasınınkine değil. bu kabulün ardından görülebilir ki, hayatın her anını kendi arzu, istek v

corona günlerinde aşk VII

sordum üçlü koltuğa "annen baban var mıdır", hala susarak bakıyor suratıma

corona günlerinde aşk II

hep ölmek isteyen o burnu havada, memnuniyetsiz, depresif insanı ölüme sınır bir uçurumun ucuna koyun. bir adım ötesi ölüm, bir adım gerisi hayat olsun. o kadar yakınına koyun ki ölümün, soğuk nefesini kulaklarının arkasında hemencecik ensesinde duysun birden. korkusuzca adını ağzına alıp durduğu o ölümün buz gibi çelikten bile daha soğuk ve keskin olduğunu duysun. ölüm denen o ütopyanın(!) gerçek olduğunu anlasın ilk kez. çok yaklaştırın ki ölüme teslim olduktan sonra geri dönüşünün olmayacağını da idrak etsin bu sefer. teker teker aklından geçirsin ölünce mahrum kalacağı en küçük zevklerini bile. hatta gözüne hoş gözükmeyen birçok şeyin nasıl da katlanılabilir, göz ardı edilebilir ve hatta sevilebilir olduğunu düşünsün. öyle yakın olsun ki ölüme, kendinden çok ölümüne üzüleceklerin acısıyla kavrulsun içi. hiç yaşanmayacakların derdine düşsün birden. öyle ki yaşanmamışlıkları parmaklarının arasından kayarak ufuksuz bir çöle karıştığında peşine düşsün çölde her bir kum zerresinin. ölü

-ı kes

dikkatli - ama avını uzaktan seyreden bir sırtlan gibi temkinli - fakat incitmemek değil incinmemek için ilgili - ama meraklı bir tanıma arzusundan çok ardıl bir faydanın beklentisinden sözlerinde cüretkar - dürüstlüğünden değil; ama tahrik için cesur - sahip olmak için değil fakat elde etmek için  gözü kara - çünkü kaybetmekten korkmuyor korkusuz çünkü incinmiyor çünkü kaybedebileceklerine, korkacak kadar değer vermiyor çünkü hiç sahip olunmayanın kaybı da olmuyor

ahkam

yazmak gülünç bir avuntu. yalnızca sancılı yalnızlıklar çekerken konuşamadıklarını söylemiş olmak için başvurduğu insanın.. konuşamadıklarını diyorum çünkü işteştir konuşma eylemi, ve söylemiş olmak için dedim çünkü muhatabı olmayan tümcelerin taşıdığı anlamın ne anlatılmaya ne de açıklanmaya lüzumu vardır.. yazan birinin bunu kabullenmesi ise gururunun çıkılabilir en yüksek noktasından atlayarak acizliğinin inilebilir en derin noktasına ayak basmaktan farksızdır. dilin infazı, düşüncenin de suskunluğa mahkumiyetidir. bürüneceği bir ifadeyi aramayan hiçbir sözcük belirmez insanın zihninde. asla dile getirilmeyecek birtakım tümcelerin düşünülmesi de anlamsızlaşır ve düşünce daralır. anlam uzanımı daralan sözcüklerin insan idesiyle kesiştiği noktalar da sayıca azalır. sonuçta bağlamlarını yitiren sözcükler ıssızlaşır ve tahayyül kuvveti daralır. tahayyül edilemeyen hiçbir şey gerçekleştirilemez. anlamın yitmesi kelimenin düzlem kaybıdır.  anlamlarını yitiren insan geleceğin b

Ocak, 17

hayat bir uzun hatırlayış..