corona günlerinde aşk II

hep ölmek isteyen o burnu havada, memnuniyetsiz, depresif insanı ölüme sınır bir uçurumun ucuna koyun. bir adım ötesi ölüm, bir adım gerisi hayat olsun. o kadar yakınına koyun ki ölümün, soğuk nefesini kulaklarının arkasında hemencecik ensesinde duysun birden. korkusuzca adını ağzına alıp durduğu o ölümün buz gibi çelikten bile daha soğuk ve keskin olduğunu duysun. ölüm denen o ütopyanın(!) gerçek olduğunu anlasın ilk kez. çok yaklaştırın ki ölüme teslim olduktan sonra geri dönüşünün olmayacağını da idrak etsin bu sefer. teker teker aklından geçirsin ölünce mahrum kalacağı en küçük zevklerini bile. hatta gözüne hoş gözükmeyen birçok şeyin nasıl da katlanılabilir, göz ardı edilebilir ve hatta sevilebilir olduğunu düşünsün. öyle yakın olsun ki ölüme, kendinden çok ölümüne üzüleceklerin acısıyla kavrulsun içi. hiç yaşanmayacakların derdine düşsün birden. öyle ki yaşanmamışlıkları parmaklarının arasından kayarak ufuksuz bir çöle karıştığında peşine düşsün çölde her bir kum zerresinin. ölüm tam da ensesinde solusun ki kendini şanslı sayma alçakgönüllülüğünü göstermediği tüm nimetlere şükürler yağsın gözlerinden. sonra, küçük saçlarının ensesine değdiği yerden o saçlar öyle bir havalansın ve ensesine ufak öpüşler kondursun ki ölüm hayatta kalabilmek için çırpınmaya başlasın, tıpkı ezilmekten korkarak hızla kaçışan böcekler gibi. 

ve Tanrı böceği yarattı. 

hayatta kalmayı arzulayarak yaşayan insanın bir böcekten kalır mı farkı?