özben
hissedilmemiş hiçbir şey somut bir varlığa da bürünemiyor. yaşamadan yazılmıyor. öyle bir üzüntü ki bu göğsüme çöken, solgun; hareketsiz, durağan... ne kendini duvardan duvara vurmak, tepinerek ağlamak istiyor; ne de bir sese bürünmek. aksine, kendine kapanıp gittikçe küçülerek yok olmak isteği uyandıran türden bir yalnızlık arzusu ve yabancılaşma duyuyorum. sessiz bir üzüntü bu, paylaşmakla azalmayan; ses buldukça yayılan, kıran, acıtan ve katmerlenen bir acıya yataklık ediyor. zihnime yavaş yavaş yayılarak bedenimi kavramasına izin vermeyen her türlü dışsallığa karşı tahammülsüz ve en ufak bir mutlu hatıraya bile hırçın bir şekilde saldırarak gölge düşürecek kadar kıskanç. içimde öyle bir ağırlık var ki kendimi ona teslim etmedikçe zihnim huzur bulmuyor, ne yana baksam üzerine soluk gri bulutlar çöküyor. çözülmeye ya da bir şekilde duyumsanmamaya ihtiyaç duyan bir üzüntü değil bu; aksine yaşanıp duyumsanarak insanla bütünleşen; varlığına katılan bir olgunluk adeta. bu...