Belki...

Küçük karıncaların, gökyüzüne uzanan sonsuz bir ağaç gövdesine tırmanmasını izlemek gibi dünyaya dışarıdan bakmak.

Bir an için durup ruhumuzun bedenimizden ayrılarak tüm bu yaşama uğraşına dışarıdan bakabildiğini düşündüğümüzde göreceğimiz manzara böyle bir şey olurdu muhtemelen: Sayısız girintiler, çıkıntılar, dallar, yapraklar üzerinde kımıl kımıl hareket eden binlerce karınca. İnsanlar yaptıkları tercihlerle önlerine çıkan milyonlarca yeni seçenekle seçme şansını kaybettikleri milyonlarca başka seçeneğin hayatlarını nasıl çepeçevre sardıklarını bilmeksizin yaşarlar.


Plan yapmanın, olasılıkları hesaplamanın, tesadüflere güvenmenin hiçbir anlamı yoktur aslında çünkü biz fark etmeksizin en ufak tercihimiz, belki bir tek adımımız bile kelebek etkisi yaratır hayatımızda ve bir anda kendimizi hiç hesaplamadığımız bir yerde buluveririz. Hayatı olduğu gibi yaşamanınsa daha da zor bir yanı vardır ki bu da dalgalı bir denizdeki kayık gibi savrulmasına neden olur insanın. Böylece bazen seçimlerimizin etrafımıza ördüğü bu ağa takılır kalırız. 


Hayatta yaptığımız her seçim bizi yeniden biz yapar, bizi farklı bir biz yapar ve bize yeni bir hayat verir. Bunun mahiyetini kavrayabildiğimiz zaman en ufak seçimlerimizde bile hayatımıza yön verme sorumluluğunu yüklenmiş olarak hareket ederiz. Ne kadar hayatımızı yönlendirme hakkına zaten doğuştan sahip olduğumuz fikrine kapılsak da bunun bir haktan ziyade bir külfet olduğunu anlamayız ve sorumluluğu yüklenmekle bu sorumluluğu bir başkasına yıkmak arasında bir seçim yaparak yaşarız. Hâlbuki insan kendi hayat denizinde savrulmayı göze alabilse ve mümkün olduğunca seçmek yerine seçilmekten yana dursa hayat ayaklarının altından bir su gibi akarak onu ileriye taşıyacaktır. Burada Oblomov’vari bir yaşamaya ara vermekten değil hayatı sürekli kontrol etmeye çalışma çabasından vazgeçmeyi kastediyorum –belki de bundan en çok kendim muzdarip olduğum için. Tıpkı Mr. Nobody’de söylendiği gibi: “Eğer patates püresi ile sosu karıştırırsan daha sonra ayıramazsın, sonsuza dek. Baba’nın sigarasından çıkan duman bir daha asla içine dönmez. Geri dönemeyiz. Seçmek, bu yüzden zordur.” (Dormael, 2009) Fakat her ne şekilde yaşamayı seçersek seçelim, davranışlarımızın ve bunların getirdiği sonuçların “doğru” veyahut “yanlış”lıklarından söz edemeyiz çünkü hayat sonsuza uzanan bir ağaç üzerinde sürekli ileriye yürümek, yürümek ve yürümek gibi. Geri adım atmadığımız ve daha da önemlisi atamadığımız bir uzun yürüyüştür hayat.


Tüm bunların yanında ne kadar kendimize ait olduğunu düşünsek de hayatımız bize ait fakat bizden bağımsızdır; öyle ki biz olduğumuz yerde dursak bile aniden hayatımız değişir ve kendimizi başka bir yerde, başka bir kişi olarak bulabiliriz çünkü bizim tek başımıza yaptığımız tercihlerimizin çevresinde olan onlarca ve hatta yüzlerce insanın yaptıkları tercihler de bize bir yerimizden dokunur. Her insanın hayatı birbirine dokunduğu yerlerinden büyük, girift bir yapı oluşturur ve buna kimimiz kader kimimiz tesadüf kimimiz de şans deriz. 


İnanıyorum ki yaptığımız her tercih bize bir yeni nefes verdiği müddetçe biz hem kazandığımız her yeni kişilikle “herkes”, hem de hiç olamadıklarımızla “hiç kimse”yiz.


Düalist felsefenin tezi de, antitezi de, sentezi de biziz. Ama hepsi birbirinden farklı birer biz… Yaptığımız tercihler ile hem kendimizi var ediyor hem de yok ediyoruz. İşte hayatın yaşanmaya değer olan ve fark edilmesi gereken temel paradoksu bu.


Şimdi bu yazıyı bitireceğim son cümlem ile yeni bir ben var edeceğim içimde ve bir yılan misali cümlemi bitirdiğim anda deri değiştirir gibi o yeni beni giyineceğim…


“Seçim yapmadığın sürece, kalan olasılıkların hepsi mümkündür.” (Dormael, 2009)