Şubat, 12


Şimdi dümdüz ovaların arasına serpiştirilmiş çiftlik evleri ve soğuktan yaprak döküp kurumuş ağaçları yararak Brüksel'e doğru yol alan bu otobüste -o sıralar henüz yanlış otobüste olduğumu ve Brüksel'in Red Light tadında sokaklarına doğru usul usul yaklaştığımı bilmiyorum- son birkaç ayda yaşadığım her şeyin ne kadar da gerçek olduğunu belki ilk defa tam anlamıyla sezerken, başımı yasladığım camın ilerisinde uzanan sonsuz yerküreye bakıp fark ediyorum ki ben hep sevdim yolda olmayı. Sadece gürül gürül akan nehirlerin; kıvrım kıvrım Ege kıyılarının, upuzun ağaçlarla dolu ormanların, birbiri ardına sıralanan Torosların, karlı bozkırların, hiçbir canlının uçmadığı yükseklikteki bulutların arasında yol alırken değil; her yeni maceramda, başladığım bir okulda, yeni tanıştığım bir insanda, kapağını ilk kez araladığım bir kitapta ve başlattığım bir şarkıda hep yola çıkmanın heyecanını ve yolda olmanın huzurunu duydum. Nereye varacağımı hiç planlamadan, nereye gittiğimi düşünmek istemeden, tarihlerin ve saatlerin planını yapmadan sevdim yolda olmayı. Sadece yolda olmaktan keyif aldım hayatım boyunca. En güzel yolculuklarımın sonunda bile mutsuz olabilmem bundan. Vedalardan ve sonlardan hiç hoşlanmadığım gibi hedefime varmak da hiçbir zaman tatmin etmedi beni; istediğim her şeyi elde etsem de mutlu olamamam bundan. Bu yüzden bugün bir CV yi parlatacak şeyleri birer birer deneyimlerken varmayı düşlediğim bir kariyer hedefim, dünyayı gezerken tüm bu görmüş geçirmişlikle yapmayı planladığım 'şey'lerim ya da hasretle dönmeyi beklediğim bir yuvam, bir kucağım yok hala.
Bir başıma savruluyorum ordan oraya, hayatım geçiyor gözlerimin önünden...