surrealistic buddhism



“Bu kadar nefretle nasıl yaşar insan?” diye sordu samimi bir hayretle. O hiç böylesine nefret etmemişti yaşadığı yerden, insanlardan, bu kalabalıktan, bu kendini bilmezlikten, bu robotumsu çabadan, bu yaşama inadından; o hiç fark etmemişti yaşamaya değer bir hayatın aslında var olamayacağını, insanların çıkar için sevmek lafını ağızlarından düşürmediklerini, o hiç kahrolmamıştı ki nefret etsin… Nasıl yaşıyorum bu kadar nefretle? Bu nefretle şişirip geoid ettiğim dünyaya beni bağlayan ne var ki? Neden iğrendiğim zavallılar gibi inat ediyorum yaşamak için? Korkuyorum tabi. Ölümden sonra ne olacağını bilmediğimden değil, bilmesem de inandığım bir şey var elbet. Yaşamak istediklerimi yaşayamadan ölmekten korkuyorum. Yavaş yavaş vazgeçmeye başladım hayallerimden de. Çoğu çalınmıştı zaten (o da hala içimi sızlatan bir anıdır, dile getirdikçe kalbime saplanan bıçak bir sağa bir sola çevrilir sanki) kalanından da ben vazgeçeceğim. Nasılsa bu kadar nefretle, bu kadar kahırla, bu baş ağrıları, iştahsızlık, düzensizlikle fazla dayanamayacağım kahpe dünyanın kahpe insanlarına. Ah şu insanoğlu ne büyük ağrı… Dünya değil nefret gayzerimin kaynağı: insan! İnsana değmeden yaşanmıyor. Crusoe’u da Cuma bulmamış mıydı Allah’ın adasında? İşte Cuma gibi meraklı Melahatlar, düşüncesiz insanlar, rahat bırakmayan, herkesin hayatına ille de bir yerden dahil olmak isteyen bigiripçıkalımcılar yüzünden böyle merdümgiriz bir adam oldum ben. Canımı yakıyorlar. Var olduklarını bilmek yeterince aklımı meşgul ediyorken bir de sürekli hayatıma karışmalarına, beni değiştirmeye çalışmalarına katlanmak mahvediyor beni. Koca dünyada bir beni böyle kabullenemiyorlar, kenara köşeye atıp “Ne hali varsa görsün!” diyemiyorlar ya, ne büyük haksızlığa uğramış hissediyorum. Kendimi, fındıklı çikolatanın küçük parçaları gibi dişlerimin arasına sıkıştırdım, dilimin altına koydum, damağıma yapıştırdım; anlatasım yok hiç, yoruldum artık, söylemeye gerek yok diyorum, bırak ne derlerse desinler. Ayıdan kaçmak için ölü taklidi yapan avcı gibiyim, avım olacak adamların karşısında susarak kurtuluşumu bekliyorum, içim acıyor içim. Ama onlar bırakmıyorlar yine de, sessizliğim dokunuyor, konuşup onların ağzına daha çok malzeme vereyim istiyorlar, yapmazsam daha çok sinirlenip başka başka konulara zıplayıveriyorlar çekirge gibi, her yerden bir yokluyorlar bakalım sabır taşım ne zaman orta yerinden çat diye çatlayacak.  Sonra yorulur gibi olup sessizleşiyorlar, uzaklaşıyorlar ama üç beş dakika dayanamayıp söylenmeye başlıyorlar. Artık saatlerce ta cenin olduğum zamandan başlayıp onlara çektirdiklerimi, hayatlarını nasıl mahvettiğimi, geçen gün de arkadaşların yanında ortamın havasını nasıl bozduğumu, sadece kendini düşünen, nankör, benciller bencili bir adam olduğumu sıralayıp duruyorlar. Sığamıyorum onların dünyasına. Düşünüyorum bazen acaba “normal” bir herif olsam daha mı mutlu olacaktım? Bu dünya denen bataklıkta çırpınmadan halimden memnun; çamuru su niyetine fondiplerken daha mı mutlu olacaktım? Yok kardeşim, ben tüm ağrıma, sancıma rağmen onlardan farklı olmayı isterdim, bu sefalete gözümü kapatıp katlanmaktansa her birinin çekmesi gereken acıyı yüklenirdim (ki öyle yapıyorum resmen, bu bedene bu kadar acı fazla) yine de son moda çaputlarla bağlamazdım gözlerimi. Anlatmak acıyı hafifletmiyor ama uyuşturuyor. Ben anlattıkça tekrar tekrar yaşıyorum sanki, sayıları katlanarak çoğalan parazitler vücudumu sarıyor, alevler içinde yanıyorum. Anlatmak da çözüm değil, umudumu yitirdim, çözümü yok bu işin. Gelişine çıkarılmış tişörtün kollarından tutup içini dışına çıkarır gibi bu nefretim büyüyüp içimi dışıma çıkaracak ve ben düzüme dönüp yok olacağım. ‘Yok’ olacağım. Sorulduğumda ‘yok’ denecek. Adım da, soyadım da, doğum tarihim de, kayıtlı olduğum il de, seri numaram da, medeni halim de, dini inancım da ‘yok’ olacak.


Yorumlar