there is not a single word in the whole world that could describe the hurt
TIKLAMAYINIZ
....
-"Bu şehri sadece akşamları seviyorum."
-"Karanlık olduğu için mi?"
-"Hayır."
-"Çünkü ışıkları seviyorsun?"
S. anlaşılmış olmanın mutluluğuyla parlayan gözlerini kaldırıp yanında onu yatağa atmak için felsefik zırvalıklarını iki saat boyunca dinlemiş olup şimdi de onu anlamaya çalışırmış gibi yapan delikanlının kafasında aslında neler döndüğünü bilmeden en samimi gülümsemelerinden birini takınıp gözlerine baktı. Anladığını sanırdı. "İnsan sarrafı" olduğunu söyler, gözlerden ve ellerden altmış yıllık biyografileri yazabileceğini iddia ederdi. Halbuki delikanlının gözleri boş ve ete hasret bakıyordu. S.'yi anladığından değil en erken kaç ay sonra onu evine davet edebileceğini hesapladığından dolayı vardı delikanlının gözlerindeki pırıltı.
Üç yıl geçmişti o günün üzerinden. Yorganın soğuk kalmış kısmı tenini yavaş ve serince okşuyordu. Küçükken tavana baktığında tırtıklarından değişik şekiller çıkarmaya bayılırdı, şimdiyse dümdüz sıvanmış bu beyaz tavan ona bir ayna gibi o günü gösteriyordu. Dört haftayı bulmuş muydu hatırlamıyordu onu evine davet etmesi, ısrarcıydı da. Yanıldığını gördüğü halde onunla konuşmakta diretmişti. Ne aptaldı... Uyandığından beri odada başka bir canın varlığını hissettiren o aralıksız solumanın kesildiğini fark etti. Sol tarafa dönüp (biriyle yatacağı zaman mutlaka yanındakinin sağında yatmalıydı) ürkek ürkek kendini izleyen o derin yeşillere baktı. Halbuki sarraflık tecrübelerinden edindiği kadarıyla renkli gözlerde onun aradığı şey yoktu, belki yine yanılıyordu. Birisiyle karşılıklı susmayı severdi. En derin sevgiler hep bu zamanlarda dökülürdü dudaklardan. Yanındaki de susuyordu ama konuşmuyordu da. Onun gözlerinde aradığı o 'şey'i göremiyordu. Görülebilir miydi o 'şey' onu bile bilmiyordu ama olsundu, S. görmeyi bekleyecekti yine de. Eskiden üstüne başına bir şeyler almaya gittiğinde sadece raflara bakar kıyafetlerden birine yıldırım aşkıyla tutulmayı beklerdi yoksa ödediği paraya hep içi yanardı, bu da öyle bir şeydi işte, bekliyordu ama yine yanıldığını içten içe düşünmekten kendini alamadı. İçi sıkılmıştı, tavana dönüp başka bir güne gitti...
Güneşin dokunduğu her yerinde sıcacık bir ter damlası bitiveriyordu. Önünde deniz onu çağıran soğuk çarşaflar gibi kıvrım kıvrım... Tam yüz sekiz merdiveni inmesi gerekliydi buraya inmek için, indikten sonrada önünde masmavi denizden, arkasında görmeye aşık olduğu doğa renklerine sarınmış falezlerden başka şey kalmıyordu. Son basamağı da iner inmez bir kavanoz havayı solur yaşadığını ancak öyle hissedebilirdi. Orada şezlonga yatmış denizin gökyüzüyle sevişmesini seyrederken hiçbir şey düşünmediğini sanırdı. Tınısından bile cinsel açlık sezilen bir erkek sesi duymuştu. Yanındaki şezlongta yine merakla onu izleyen gözler vardı, bu sefer kahverengiydiler. Dönmüş ve "Hiç." demişti. Ne dediğini duymamıştı bile. Ama adı gibi emindi C.'nin ona ne düşündüğünü sorduğundan. Gerçekten de öyle olmuştu. Hiçi mi düşünüyordu yoksa hiç mi düşünüyordu? Yine başlamıştı...
-"Şu an yanımda yattığın halde bacakların hala beni deli edebiliyor." demişti C. Erkeklerin hevesi elde edince kaçardı tabi, bu ne biçim erkekti böyle? Yine hemen inanmıştı, dudaklarına yapışması için söylemediği nereden belliydi? Ama C. farklıydı, onun yalana ihtiyacı hiç olmamıştı ki birbirlerini ilk gördükleri anda, ikisi de, tanıştıktan birkaç saat sonra birbirlerinin nefeslerini soluyacaklarını biliyorlardı. Kendini yalnız bacaktan ibaret hissetmişti o an. Yürüyemiyordu ama. Bundan da içten bir gülümsemeyle sıyrılıp düşünmeye dalmıştı...