Ama yetmiyor... Yetinemiyoruz da
Uzakların en yakınından, gece karanlığının esrarını giymiş uzun paltolu adamların, İstanbul'un köhne sokaklarında yalnızlığın elinden tutmuş başıboş gezenlerin, bir tek neden gösterilmeden terk edilmiş olanların; özlemin, yaz gününde sertçe esip saçlarını yüzüne savuran rüzgar gibi gönlüne esenlerin, ücra bir köşedeki meyhane masasında, eski bir dost gibi onları seyreden uzun bardaktaki soğuk rakının önünde düşüncelerinin akmaya zorladığı gözyaşlarıyla boğuşanların, şehrin dışına çıkmadan önce karşımıza çıkan son sokaklardan birine saklanmış olan derme çatma, boyası dökülmüş ve balkon altları kapkara ise bulanmış, odaları buram buram rutubet kokan, küflü duvarlarının arasına bir küçük yuvarlak masa ile başına bir sandalye, yayları da adeta otelin harap haline bir tepki olarak içinden fırlamış bir yatak ve o masanın tam üstünde odadaki hüznü ve acımasızlığı artıran bir tablo asılmış odada sandalyeye oturmuş intihar için son bir yudum cesareti şarap şişesinden ağzına akıttığında kafasını kaldırıp baktığı o tabloda hayatın ne olduğunu ve ne olabileceğini görüp kafasına sıkanların soğuk ve esrarengiz ülkesinden sesleniyorum:
Burada geceler karanlık değil, biz hiç aydınlığa çıkamıyoruz. Kafamızı yukarı kaldırırsak eğer en pahalı boya kalemlerinde bile eşine rastlanamaz engin bir mavilik değil kirlenmiş bir yeşilin ve onu kovalayan gudubet bir lacivertin gizlice arasına sızdığı bir gri görüyoruz. Yerler çamur, zamanında kahverenginin en kurağından çatlak toprakken gözyaşlarımızla onu rezil bir bataklığa çevirmişiz. Belediye, burada da, kaldırım bulursa hemen parçalayıp yenilerini yapmak için yol çalışmaları başlatıyor.
Yürürken çok düşünürüz biz. Ama dalgın değilizdir, en uyanık olduğumuz zaman düşündüğümüz zamandır. Sizlerin de aranızdan gelip geçiyoruz, bazen yanlışlıkla omzunuza çarpıyoruz ya da arkanızdan ayakkabınıza basıyoruz -kiminizinki ayağınızdan çıkıyor, deli oluyorsunuz- o zaman çok utangaç, çok mahcup bir ifade çöküyor suratımıza, gözlerinize bakıp özür dilemeye utanıyoruz.
Omuzlarımız düşük, gözlerimizi vitrinlerdeki bizim insanımıza hiç benzemeyen mankenlere ya da son kalite HD Led Tv'lere ya da ara sokakların birindeki Alaaddin'in Dükkanı'nın vitrinindeki Teksas ve Tommiks'lere, Bismillahirrahmanirrahim levhalarına ve öğrenci ödevleri için kullanılan "Kış Manzarası"na çevirir yavaş denemeyecek ama hızlı da olmayan yine arada kalmış bir şekilde yürürüz: hayatla ölüm arasında kalışımız gibi.
Yaşamayı da beceremedik bi' türlü, ölmeyi de. Bizler için şöyle buyurmuştu Zerdüşt:
Boş bakmayız ama karşı karşıya geldiğimizde gözlerimizi çok kısa bir süre sizlerin gözlerinin en içerindeki şeye diker, sizi de görür sonra çok uzaklara, sizin de arkanızda bıraktığınız ya da daha hiç ulaşamadığınız o yere bakar gözlerimiz.
Radyodan kederli birkaç nota çalınırsa kulağımıza bazen durup dinleriz. Günlerce hayatımızın arka planında çalar o şarkı.
Mesela:
Ama ağlamaktan utanırız. O ilk damla gözümüzden çıkana kadar tüm iç organlarımıza dokunur da yakar parçalar adeta, onu içeride tutabilmek için tüm acılara dayanırız da belki birkaç dakika belki birkaç gün sonra o tek damla yanaklarımızı yaka yaka sıcacık akıp gider gözlerimizden. Biz bir de onun da bizi terk etmiş oluşuna üzülürüz. Bazılarımız yani. Bir de aramızda öyleleri var ki hissetmeye hiç dayanamazlar. Sevgi de, özlem de, anlık mutluluklar da, hüzünler de, nefret de hıçkıra hıçkıra ağlatır onları. Mutlu olmaktan korkarlar o da biter diye. Vedalara hele hiç dayanamazlar. Şimdi bile kaç tanesi üç gün sonra edeceği veda için ağlıyordur kim bilir.
Farklı bir şey vardır gözlerimizde, duruşumuzda. Birbirimizi görür görmez tanırız. Bazen bu yalnızlığı paylaşabilmek için hiç vakit kaybetmeden yaklaşır bize dair her şeyi tek solukta anlatırız, bazen karşımızdakinin yalnızlığını elinden almış olmaya çekinir sadece ufak bir bakışla onu tanıdığımızı gösterip yanından geçer gideriz.
En kıymetlilerimiz anılarımızdır. Bizi biz yapan şeylerin onlar olduğunu biliriz, kendimiz olmaktan mutlu olmadığımız zamanlarda bile onlara koşarız. Gelecek hayalleri hüzünlü bir mutlulukla dolsa da içimize, hatıralarımızın yanına koyduğumuz zaman en korkulu rüyamız olur çıkarlar.
Tüm bunlara rağmen ölmüş olmayı da konduramayız kendimize. Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız da anın tadını çıkarmayı pek bilmeyiz. Ama bugün ölmeyiz biz.
Çoğumuzun da eli gitmez. Korkaklık sanırız, hayata-evrene-kadere karşı verdiğimiz savaşta korkaklık etmiş olmak istemeyiz, kaçamayız o yüzden. Kaçmak sanarız yani intiharı. Halbuki hayata-evrene-kadere en içten, gümbür gümbür ve doyasıya atılmış kahkahamız olur da bu, elinden alırız oyuncaklarını. Oyuncak demişken aklıma geldi Oğuz'cuğum Atay Tehlikeli Oyunlar oynamak istiyormuş, bkz. Bölüm 11- Yalnızlığın Oyuncakları.
Daha nasıl anlatılır ki bu sonu gelmez ölüm arzusu, bu bitmek bilmez yalnızlık? Biron Paşa bir kantosunda şöyle der:
Sizlerin içinde, yanı başınızda, yatağınızın öbür tarafında, karşınızdaki sandalyede, karşı kaldırımda, otobüs sırasında arkanızda, girdiğiniz dükkanın tezgahında, aceleyle önünden geçtiğiniz Gül Apartmanının 3. katında, size yol vermeden hızla geçip giden taksinin içinde, size 659 km uzakta ıssız bir sokakta, biz, yaşamaya çalışıyoruz. Bazılarınız şu an bazılarımızın elini tutuyor olsa da, kiminiz saçlarımızı okşuyor, kiminiz arıyor, kiminiz özlüyor olsa da bizleri, bizler yapayalnız yaşıyoruz aranızda.
Çoğunuz gibi sadece nefes alıp yaşadığımızı sanmıyoruz biz. Böylelerinizden daha çok yaşıyoruz. Aslında hepinizden daha çok hissediyor, daha derin duyuyor, hayata ve yanımızdakilere kendimizi adıyor, sakınmıyoruz; daha çok düşünüyoruz -ince düşünüyoruz.
Ama işin içine başka bir insanoğlu girdi mi dayanamıyoruz işte verdiği acıya. Vedalarına da gülüşlerine de dayanamıyor yüreğimiz.
Biz, tutunamadık; düşüyoruz.
Sonrası Ahmet Mehmet...
Aklımın en saf kalmış köşesinde ve hatırlamaktan her zaman sonsuz bir zevk duyacağım hatıralarımın arasında yer eden adam için oynansın oyunların en büyüğü!
Burada geceler karanlık değil, biz hiç aydınlığa çıkamıyoruz. Kafamızı yukarı kaldırırsak eğer en pahalı boya kalemlerinde bile eşine rastlanamaz engin bir mavilik değil kirlenmiş bir yeşilin ve onu kovalayan gudubet bir lacivertin gizlice arasına sızdığı bir gri görüyoruz. Yerler çamur, zamanında kahverenginin en kurağından çatlak toprakken gözyaşlarımızla onu rezil bir bataklığa çevirmişiz. Belediye, burada da, kaldırım bulursa hemen parçalayıp yenilerini yapmak için yol çalışmaları başlatıyor.
Yürürken çok düşünürüz biz. Ama dalgın değilizdir, en uyanık olduğumuz zaman düşündüğümüz zamandır. Sizlerin de aranızdan gelip geçiyoruz, bazen yanlışlıkla omzunuza çarpıyoruz ya da arkanızdan ayakkabınıza basıyoruz -kiminizinki ayağınızdan çıkıyor, deli oluyorsunuz- o zaman çok utangaç, çok mahcup bir ifade çöküyor suratımıza, gözlerinize bakıp özür dilemeye utanıyoruz.
Omuzlarımız düşük, gözlerimizi vitrinlerdeki bizim insanımıza hiç benzemeyen mankenlere ya da son kalite HD Led Tv'lere ya da ara sokakların birindeki Alaaddin'in Dükkanı'nın vitrinindeki Teksas ve Tommiks'lere, Bismillahirrahmanirrahim levhalarına ve öğrenci ödevleri için kullanılan "Kış Manzarası"na çevirir yavaş denemeyecek ama hızlı da olmayan yine arada kalmış bir şekilde yürürüz: hayatla ölüm arasında kalışımız gibi.
Yaşamayı da beceremedik bi' türlü, ölmeyi de. Bizler için şöyle buyurmuştu Zerdüşt:
Ölemeyecek kadar yorgunuz biz; uyanığız daha, yaşayıp gidiyoruz mezarlarda.
Boş bakmayız ama karşı karşıya geldiğimizde gözlerimizi çok kısa bir süre sizlerin gözlerinin en içerindeki şeye diker, sizi de görür sonra çok uzaklara, sizin de arkanızda bıraktığınız ya da daha hiç ulaşamadığınız o yere bakar gözlerimiz.
Radyodan kederli birkaç nota çalınırsa kulağımıza bazen durup dinleriz. Günlerce hayatımızın arka planında çalar o şarkı.
Mesela:
Ama ağlamaktan utanırız. O ilk damla gözümüzden çıkana kadar tüm iç organlarımıza dokunur da yakar parçalar adeta, onu içeride tutabilmek için tüm acılara dayanırız da belki birkaç dakika belki birkaç gün sonra o tek damla yanaklarımızı yaka yaka sıcacık akıp gider gözlerimizden. Biz bir de onun da bizi terk etmiş oluşuna üzülürüz. Bazılarımız yani. Bir de aramızda öyleleri var ki hissetmeye hiç dayanamazlar. Sevgi de, özlem de, anlık mutluluklar da, hüzünler de, nefret de hıçkıra hıçkıra ağlatır onları. Mutlu olmaktan korkarlar o da biter diye. Vedalara hele hiç dayanamazlar. Şimdi bile kaç tanesi üç gün sonra edeceği veda için ağlıyordur kim bilir.
Farklı bir şey vardır gözlerimizde, duruşumuzda. Birbirimizi görür görmez tanırız. Bazen bu yalnızlığı paylaşabilmek için hiç vakit kaybetmeden yaklaşır bize dair her şeyi tek solukta anlatırız, bazen karşımızdakinin yalnızlığını elinden almış olmaya çekinir sadece ufak bir bakışla onu tanıdığımızı gösterip yanından geçer gideriz.
En kıymetlilerimiz anılarımızdır. Bizi biz yapan şeylerin onlar olduğunu biliriz, kendimiz olmaktan mutlu olmadığımız zamanlarda bile onlara koşarız. Gelecek hayalleri hüzünlü bir mutlulukla dolsa da içimize, hatıralarımızın yanına koyduğumuz zaman en korkulu rüyamız olur çıkarlar.
Tüm bunlara rağmen ölmüş olmayı da konduramayız kendimize. Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız da anın tadını çıkarmayı pek bilmeyiz. Ama bugün ölmeyiz biz.
Çoğumuzun da eli gitmez. Korkaklık sanırız, hayata-evrene-kadere karşı verdiğimiz savaşta korkaklık etmiş olmak istemeyiz, kaçamayız o yüzden. Kaçmak sanarız yani intiharı. Halbuki hayata-evrene-kadere en içten, gümbür gümbür ve doyasıya atılmış kahkahamız olur da bu, elinden alırız oyuncaklarını. Oyuncak demişken aklıma geldi Oğuz'cuğum Atay Tehlikeli Oyunlar oynamak istiyormuş, bkz. Bölüm 11- Yalnızlığın Oyuncakları.
Fakat, Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. Tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. Fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? Yok. Peki albayım. Ben de susarım o zaman. Gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. Fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? Sorarım size: "Nasıl? Kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. Küçük oyunlar istemiyorum albayım..."
Daha nasıl anlatılır ki bu sonu gelmez ölüm arzusu, bu bitmek bilmez yalnızlık? Biron Paşa bir kantosunda şöyle der:
...
Yalnızlık dediğim haremindeki sultanınkidir,
Mağarasındaki bir münzevinin değil.
Sizlerin içinde, yanı başınızda, yatağınızın öbür tarafında, karşınızdaki sandalyede, karşı kaldırımda, otobüs sırasında arkanızda, girdiğiniz dükkanın tezgahında, aceleyle önünden geçtiğiniz Gül Apartmanının 3. katında, size yol vermeden hızla geçip giden taksinin içinde, size 659 km uzakta ıssız bir sokakta, biz, yaşamaya çalışıyoruz. Bazılarınız şu an bazılarımızın elini tutuyor olsa da, kiminiz saçlarımızı okşuyor, kiminiz arıyor, kiminiz özlüyor olsa da bizleri, bizler yapayalnız yaşıyoruz aranızda.
Çoğunuz gibi sadece nefes alıp yaşadığımızı sanmıyoruz biz. Böylelerinizden daha çok yaşıyoruz. Aslında hepinizden daha çok hissediyor, daha derin duyuyor, hayata ve yanımızdakilere kendimizi adıyor, sakınmıyoruz; daha çok düşünüyoruz -ince düşünüyoruz.
Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak... Ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, onu bekleyerek yaşamak... (hayatın amacı o'nu aramak mı demiştim bir zamanlar da?)
Ama işin içine başka bir insanoğlu girdi mi dayanamıyoruz işte verdiği acıya. Vedalarına da gülüşlerine de dayanamıyor yüreğimiz.
Biz, tutunamadık; düşüyoruz.
Eller boşta kalıyor, tutunamıyorlar toprağa,
anlatamıyorlar anlatılamayanı.
Anlatmak gerek: Düşman sarmış her yanı.
Oysa, mesela Selim Işık,
anlatmadan anlaşılmaya aşık.
Böyle adama (Darılma ama)
yaklaşmaz hiçbir güzellik,
doğduğu günden beri kalbinde bir delik,
almak için bütün sızıları içine.
Her zaman utanmıştır başkaları yerine.
Sonrası Ahmet Mehmet...
Aklımın en saf kalmış köşesinde ve hatırlamaktan her zaman sonsuz bir zevk duyacağım hatıralarımın arasında yer eden adam için oynansın oyunların en büyüğü!