Kavimlerin ömür göçü diyelim

İnsanlar başkalarını beğenmedikleri gibi her geçen gün de, bir önceki dün nasıl iseler o hallerinden de memnun olmazlar.


"Değişmeyen tek şey değişimdir." demiş Heraklitos. Hiç kimse bir saniye öncesinde olduğu gibi değil ve bir saniye öncesindeki gibi düşünmüyor.  Yedi yıl, bu durdurulamayan; hızı kesilemeyen hırçın değişim için uzun bir süre. Yedi yıl sonra bırakın bir kentten diğerine gitmeyi, eski odanıza girdiğinizde bile kendinizle ilgi farklı şeyler görür; fark eder; kendinizle ilgili çelişkilere düşer, bazı şeylere inanmak istemez, bazılarını aşırı bulur, bazılarını sönük karşılarsınız. Belki yirmi metre kare olmayan, duvarları gençliğin verdiği hazla bugün asla boyamayacağınız bir renkte boyanmış, kitaplığının rafları şimdi okuduğunuzda size çok daha farklı gerçekleri gösterecek kitaplarla dolu o odada siz kendinizi değil size hiç benzemeyen bir yabancıyı bulursunuz.

            
"Zamanın akıp gitmediği" şehirler vardır: "dünyadan ve zamandan sürgün edilmiş" . Geçmiş koca bir ülke, bir kıtadır her yaşantıda. Günlerin her biri başka bir şehirdir, her gün göç ettiğimiz. Geride bırakılan her gün için artık zaman durmuştur. O güne tekrar dönmenin imkanı yoktur, geçmiş bizi geri kabul etmeyecektir ve artık o şehirden sürgün edilmişizdir.  Unutulanlar vardır, dünyadan  ve zamandan sürgün edilmiş olanlar. Hafızalarda yerini kaybettiği an okyanusta sürüklenip, fırtınalara yenik düşen bir gemi gibi batar hatıralar. "Anları değil günleri hatırlarız." der Cesare Pavese. O da  unutulanlarla unutulmaktan korkmuştu. Kendimizle ilgili unuttuğumuz her şey bir parçamız olarak içimizden koparıp attığımız bir bendir.
             
"Bazen yalnızca olanaksızın gerçekleştiğini bilmek" paradoksudur hatırlamak. Okyanusu kulaç kulaç arayıp gemiyi çıkarabilmektir battığı yerden. Hatırlamak anlık da olsa somutlaştığı zaman, yılları yollarına asfalt diye dökmüş upuzun bir yolculuktur aslında.
            
Biz olan eski bir benle yüzleşmek kolay değildir kimse için orası su götürmez fakat ne kadar sevsek ne kadar sevemesek hatta nefret etsek de her şehirde bir ben bırakmışızdır, bize çok yabancı olan ve bu benlerdir bizi şimdi var eden.

Geçmişte hapsolan insan geleceğe adım atamaz. Hatırlamak güzel şey, evet, fakat hatırlamak geri dönmek değildir hiçbir zaman. Geçmiş bizi geri kabul edip de içeri almayacaktır kapısından, kendini kaptıran insan geri dönebileceğini sansa da sadece zaman kavramının yarattığı bir boşlukta hapsolacaktır, ne geleceği ne de geçmişi kalır böylesi insanın.
            
"Havuzda İki Yansı" da bu olay için güzel bir pencere olur herhalde. Bu havuz geçmişteki her dakika, saniye veya günün  birer damla olarak birike birike oluşturduğu bir geçmiş denizi. Bu havuz beynimizin hafızayı barındırdığı kısım. Bu suya bakacak her insan eski benlerini birer yansı olarak görecektir elbet. Bu havuzda su azalmaz, çoğalır. Üstünü yapraklar örter bir örtü gibi ve bunlar hep bugünün benlerini etkiler, bugünün benleri döker o yaprakları ağaçlardan.


            
Unuttuğumuz, geçmişin karanlık kapılarının ardına kilitlediğimiz, tozlu raflarda bıraktığımız her damlamız bedenimizde ve -eğer varsa- ruhumuzda açtığımız bir yaradır. Unutarak yok edeceğimiz her ben, yarınımızdır. Geçmişini ne olursa olsun, her türlü utanç, pişmanlık, korku, endişe karşısında bir bozukluk gibi sol cebinde taşımalı insan. Yarınınızın kapınızı nerede çalacağı belli olmaz. Zili duyduğunda aynı hatalara, korkunç yanlışlara, pişman olacağı her türlü olayın pençesine düşmemek için geçmişte ne olduğunu bilmeli, ders almalı, ona göre nefes almalı insan.