Woo't drink up eisel? Eat a crocodile?
Sayamadığım kadar çok gün geçirdim, haftalar ardı ardına vurdu kıyılara ve nihayet cesaret edebildim. Kendime mi güvenememiştim yoksa ona haksızlık etmekten mi korkmuştum bilemiyorum. Blogla ilgili her türlü ıvır zıvırı hazırlayıp da ilk sözcükleri yazmaya bir türlü elim gitmedi ya, işte o günden beri düşünüyordum.
Cesare Pavese benim sözcüklerime sığacak adam değil doğrusu. Onu okumak da yetmez; bilmek de, bildiğini sanmak da... Ben bir tutunamayan, bir aylak adam, bir yalnız gezen olarak onunla verdim "yaşama uğraşımı". Ayrılığın, terk edilmişliğin ve aşkın; bedenin en ücra köşelerdeki hücrelerine işleyen sızısını onla tattım, yalnızlığın ve başıboşluğun; kimse için bir anlam ifade etmeyişin boşluğuna onla düştüm, zihnimin en derinlerine onla yelken açtım, kirpiklerimin ucundan uzanan ölme arzusunu onla bastırdım ve yine onla baş kaldırdı bu arsız arzu. Sayfalarına her dokunuşumda bir elektriklenme parmak uçlarımdan başlayarak sardı tüm bedenimi ve o kapağı her kapayışımda en masum yanımdan, herkesten gizlediğim birkaç ben bıraktım satır aralarına.
Şu iki camın ardından, muhterem ve soylu bir ailenin gururu olan üniversite öğrencisi gibi bakan gözlerin öylesine kıvranışlara şahit olduğuna kim inanabilir ki?
O her duyguyu dibine kadar yaşadı, o varlık içinde yokluk yaşayarak verdi imtihanını. Şöhreti vardı fakat bir kadın tenine, yumuşak ve şehvetli dokunuşlarına açtı. Aşıkları oldu fakat o sanatını değil kendini sevenlere açtı. En zoruydu bu ve o hayata meydan okudu, kaderine isyan etti. İntihar bir kaçış yoluydu onun için bu yüzden çok kez cesaret edemedi, kendini de hep güçsüz gördü. Hayır! Değildi. 42 yıllık yaşamına, keder ve elem dolu kaderine son cevabı en güçlü haykırışıydı.
Cesare Pavese ölemeyecek kadar canlıydı, "yaşıyorum" diyenlerden daha dolu, daha derinlerde, daha yoğun ve daha ciddi yaşadı. Cesare Pavese ölümün ta kendisiydi. O ölümsüzlüktü. O bir paradoks, 42 yıllık bir ironi, o en baba insandı.